18 Haziran 2011 Cumartesi

Tükeniyoruz

-çok çabuk tüketiyoruz, dedi kız.
sevgileri,öfkeleri,bir heyecanla aldığımız nefesi,...
bir elbiseyi,
arkadaşlıkları,alışkanlıkları,
heyecanları,..
nedir,sabun köpüğüne döndüren her şeyi?
nedir,bu kadar bizi, sıfatlarımızın kalıbını sık sık değiştirmeye sevk eden?
aradığını bulamayan suretler haline dönüşmemizin evriminde ne gizli?
tahammülsüzlük sınırı ne zaman dağların boyunu aştı?
heey kentli..
ıssız bir ânı,gerçek,salt yalnızlığı yaşamayalı ne kadar oldu?
belki budur ihtiyacın.
ya da
sığınmaya ihtiyaç duyduğun aslında samimiyetin aslı ve gölgesinden başka bir şey değildi...
dikkat et ademoğlu ve sen havvakızı,
tükeniyoruz..

pnr
26.05.2011

Öğreniyorum Samatya

Alt kat komşumun balkonunda asılı duran çamaşırların o durağan olmayan mis gibi temiz kokusunu solurken, gözüm; boğazda salınan dolunayın mehtabının yakamozuna takıldı.Sahildeki mekânlardan gelen, kulağıma ilişen fasılın sesini dinlerken, rüzgârın; dal ırgalamasa da saçımı savuran serinliği ile tüm duyularımı harekete geçiren bu mekân, yeni evim... Samatya.

***

Balkonuma bitişik olan kilisenin çatısının misafirleri kedileri de, müsadesiz evime konuk olma lüksüne erdiler. Gün aşırı salonun ortasında bir kedi ile karşılaşmam sıradanlaştı. Ama sanırım hep aynı kediyi konuk ediyorum.

Az evvel, Romen asıllı kapı komşumun kedisi de benim mutfak balkonuma sığınmış. Kapısı olmayan o balkona, mutfak penceremden giren komşum kedisini kurtardı ve mutlu.
Mutlu!?

Bir kedi trafiğidir gidiyor, hadi hayırlısı.

Acaba, babamın totem olarak adlandırdığı, Van'dan aldığım kedi biblolarının çekim enerjisi midir bu duruma sebep! Kangal düşkünü ve kedilerden de çok hazzetmeyen şu ruhuma yönlendirilen bir "mesaj" mı bu acaba (burada çok pis gülüyorum).
(artık yazılarıma gülücük koymayacağım.çünkü bir keresinde sevgili dostum Yavuz; "yazı mı yazıyorsun yoksa kısa mesaj mı?, ne o gülücükler" dedi.vardır herhalde bir bildiği diyerek onu kırmıyorum)

***

Bir günde 20 dk içinde, Romence, Ermenice ve Kürtçe'yi duyabildiğim, etnik bir çoğunluğun içinde bu zenginliği gözlemlemenin ve pınar(etnik bir köken belirtmemek için pınar yazılmıştır) olmanın farkını yaşamaya çalışacağım.

Ve elbette öğreniyorum; yalnızlığı, değişimi, cesaretimden kalan kırıntıları kullanmayı, şuanda mehtabın içinde salınan o ufak tekne gibi ilerlemeyi, ilerlemeyi ve ilerlemeyi...
Öğreniyorum, iyi niyetimi saflık sanıp kendi lehine çevirmeye çalışanların bakışlarını sezinlediğimde onları sallamamayı.
Öğreniyorum, şu fani dünyada hatır bilen kimsenin olmadığını.
Öğreniyorum, öğrenmeyi...

Öğreniyorum Samatya, seninle ya da sensiz, var oldukça.
Hoşbulduk Samatya...

27.06.2010
samatya
pnr

Bir hilal gökyüzüne bu kadar mı yakışır ve ıhlamur kokusu İstanbul'a bu kadar..

Bir hilal gökyüzüne bu kadar mı yakışır ve ıhlamur kokusu İstanbul'a bu kadar..
Kostantine'nin,İslamıbol bu kentin sokaklarını arşınlama şansını yaşıyorsan ben gibi, Fatih ve sonrasında Sümbül Efendi Camii'sinde ruhumu okşayarak saran o ıhlamur kokusuna vurulurdun sen de,hani ben gibi.
Büyük ve hatta kocaman konuşan şu dilim, vaktiyle İstanbul'u yargılar, yadırgar, hor görürdü.Yaşanılmazların, iki saniye durulmazların kentiydi. El mahkum ekmek kapısının tünediği bir avare idi...

O avare şimdi Pınar'ın gözünde oldu şahane. Bilmem ki ne değişti!
Bilirim, büyük konuşmalarımı yedirmenin seyrü sefasını sürüyorsun İstanbul. Canın sağ, yüreğin ferah olsun. Zira bizleri o yürekte taşırsın.

Salt, Boğaz'ın coğrafyasına olan hayranlığım ezeli iken "tüm kentin" taşına, toprağına olan bu divane halim nereden tünedi?

Büyük adanın ışıkları karşımda bana göz kırparken şimdi, semayı aydınlığa boğan hilâl de yüzüme tebessüm kondurmanın derdinde gibi.Eee kırmamak gerek..

Ve Tanrım, ne güzel yaraşır yine bu şehrin soluğuna dem vuran İncesaz'ın nağmeleri.

Güzel okuyucu, hıhı sen; dinle İncesaz'ı ve üşenme de bul hilali gökyüzünde ve bir tebessüm ver ona.
Ihlamur ağacı da bulursan hani, ne şahane.
Kırmamak gerek..

16.06.2010
istanbul/küçükbakkalköy
pnr

17 Haziran 2011 Cuma

Simyacı Ruh iStAnBuL


Dün gece Jüstinyen fısıldadı adını kulağıma. “Karım Teodora için sütunlarına yazdırdım isimlerimizin baş harflerini. Kutsal bilgeliğin çatısı altında yaşayacak aşkımızın simgesi, Ayasofya’da. Tüm Nova Roma, Kutsal Ruha çevirirken bakışlarını bizim isimlerimizi görecek.” dedi ve gitti Dersaadet’in aralanırken gıcırtılar çıkaran kapısından genç kral.
Nova Roma demişti Jüstinyen. Adın buydu.
O kapıdan girmeye öykünürken ben, koca bir kadırga ile fethe gider bir eda takınmıştım yüzüme ve tüm bedenime. Ancak Dersaadet kapısı gıcırtılar içinde hızla kapanırken uyanmıştım. Demek ki ruhum henüz hazır değildi bu fethe.
Sonra, koca bir tarihi sırtına yüklemiş bu şehri anlamlandıramayan zayıf bünyelerin sancısı olmalı bu rüya diyerek düşledim İstanbul’u…

İstanbul,
Onlarca imparatorluğun sahip olmak için çarpıştığı, saray odalarında bu kentin hükümdarlığını yapmak için dönen entrikalarıyla, uğruna kardeşlerin katledildiği, adına binlerce şiirin, yüzlerce kitabın yazıldığı, onlarca filmin çekildiği, fotoğraf karelerine sığdırılamayan silueti ile her gün toprağına ayak bastığımız bu kent, kalp atışmalarımızdaki ritim gibi, "Biz","Biz" diyor.
İstanbul, bizi sinesinde nüfuslandırıyor.

Bu nüfusun sahipliği ile hepimizin içinde bir Hazarfen gizli değil mi aslında? Hepimizin ruhu, bu kentin semalarında hür ve çılgın çığlıklar atarak uçuşmuyor mu kayıtsız…
Kentin hengâmesi ve debdebesinden gözlerimizi kaçırıp, gökyüzüne dikmiyor muyuz bakışlarımızı? Hoş tınılar aramıyor muyuz her birimiz ve bulmuyor muyuz o tınıları?

İstiklâl'de; alaturka, caz ve daha birçok müzik notalarının yanından geçerken, insan gövdelerinden oluşmuş bir koronun da uğultusu çarpar önce bir. Sonra bir bakmışsınız, siz de o su damlalarından biri olmuşsunuz, yine bu insan gövdelerinden oluşmuş nehrin.

Başka bir coğrafyaya bahşedilmemiş "boğazı" ile iki kıta arasında seyahat edilebilen bu kentin masalı işte tam burada başlar.
Fatih'in aslanlarının Haliç'i yol bilip, koca kadırgaları karadan yürüten de yine aynı kentin aşkı değil miydi?
Tutsaklığı vardır bu kentin. Yorgun ve bitkin bedenler biriktirir. Kaçışlara hep gebedir.
Hâlbuki yıllar evvelinden bir göçün de ana sebebidir taşı toprağı altın İstanbul. Kuru ekmeğe, kuru soğanı katık edeceğini bile bile sırtlara yorgan ve döşeğin alınıp yollarına düşülen kentin öyküsünü o göç yolcuları da yazmıştı.
Saray meşalelerinin yerini neon ışıkları almış “rengârenk bir karanlıktır” geceleri. Boğaza akseden yalıların ışıkları, yaşanmışlıklarını mehtaba anlatırken siz de sus pus olur dinlersiniz, geçmişin hazinli ve mağrur sesini.
Tarih, pusuda bir yaralı gibi bekleşirken, hayatın ritminde soluk bulur çoğu kez. Hanlar, hamamlar, saraylar, camiler, medreseleri ile bu mekânın azameti onca modern hayatın tutsaklığına kafa tutar, "biz buradayız" dercesine. Koca Sinan’ın da soluğu yankılanır, inşa ettiği camilerin kubbelerinin yücelim duygusuyla dokunduğu bu şehrin semasında.
Gecenin sabaha kavuştuğu vakitlerde, kışın zemheriye çalan soğuğunda, boğazın yalınayak çırpınışları vardır. Bulut bulut sis öbekleri sarmıştır gerdanını boğazın. Seyre sürüklerken seni, usul bir mizaca bürünürsün habersiz.

İstanbul, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, tanımı için dilimizin dönmeye yetemediği, yorgunluğumuzu argınlığa çeviren nafile halleri barındırır.
Hep bir devinim, hep bir değişim hali vardır bu kentin. Lâkin içinde saray fısıltılarının ya da göçünü sırtlayıp bu kenti yeni yuvası yapmış kırsallının da çığlıklarını duyarsınız.


Hem âşık olunası hem de bucak bucak kaçılası bu kent, aslında birebir bir aşk tasviri çizmiyor mu derinden?
Büyük sevdalar kaçışlara gebedir.
İstanbul, kimyasında simyacı ruh barındıran bir avaredir.
Sinesinde barınan yolcuları da, dağı taşı altın gören simyacı bir ruhun asimile halidir.

yazı ve fotoğraflar: pınar yavuz